İrem Çağla ZİNCİRLİ- Harun ŞAHBAZOĞLU/ İSTANBUL, – TÜRKİYE’DE Bizans yapılarına dönük gerçek anlamda bilimsel çalışmaların, 1920’li ve 1930’lu yıllardaki kazılardan sonra başladığını belirten Arkeolog Dr. Murat Sav, “Esasen 1930’larda Amerikan Bizans Enstitüsü’nün çalışmalarıyla başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dönemin algısı, koşulları ve kabul gören yöntemleri doğrultusunda yapılan onarımlar, her zaman olumlu sonuçlar vermemiştir. Ne yazık ki, bu onarımlardaki bazı hatalı uygulamalar bilim çevrelerinde doğru kabul edilerek hatta günümüzde bile kısmen doğru olarak değerlendirilmeye devam etmektedir. Bu nedenle, Bizans’ın özgün formlarına dair bazı yanlış algılar süreklilik kazanmış ve hala doğru olarak kabul edilmektedir. Bir yapının sürekliliğini sağlayabilmek için bazen yapıya yapısal müdahalelerde bulunmak kaçınılmaz hale gelebilir. Aksi takdirde, bir deprem, başka bir doğal afet ya da zamanla kendi kendine yıkılma riskiyle karşı karşıya kalabilir” diye konuştu.
Dün Fatih’te ‘Özgünü Arayış: Değişen Formlar, Dönüşen Karakterler Odağında, İstanbul’un Bizans Mimarisi’ başlıklı bir program düzenlendi. Moderatörlüğünü Doç. Dr. Mine Esmer ve Dr. Öğr. Üyesi İrem Ceran’ın yaptığı etkinlikte, Arkeolog Dr. Murat Sav bir sunum gerçekleştirdi. Sav sunumunda İstanbul’un Bizans Mimarisi’nden camiileri ele aldı.
‘BİZANS DÖNEMİNE AİT YAPILARIN TÜMÜ GÜNÜMÜZE KADAR ULAŞAMAMIŞTIR’
Arkeolog Dr. Murat Sav, “İstanbul’da Bizans mimarisi ve şehirciliği Cumhuriyet dönemi boyunca farklı yönleriyle incelenmeye çalışılmıştır. Ancak özellikle 1920’li ve 1930’lu yıllarda asıl İstanbul, yani Suriçi bölgesinde bazı planlar ve programlar hazırlanmış olsa da, kentin sonraki süreçteki genişlemesi ve imar faaliyetleriyle birlikte bu çalışmalar ne yazık ki unutulmuş ya da değiştirilmiştir. Çeşitli konjonktürler devreye girmiştir. Bilindiği üzere, Bizans dönemine ait yapıların tümü günümüze kadar ulaşamamıştır. Bazı yapılar kaybolmuş, bazıları yıkıntı ya da döküntü halinde varlığını sürdürürken, bazıları hala yer altında keşfedilmeyi beklemektedir. Bununla son 50-60 yılda, bu yapılar üzerinde yoğun bir çalışma yürütüldüğünü de kabul etmek gerekir” diye konuştu.
‘BİZANS’IN ÖZGÜN FORMLARINA DAİR BAZI YANLIŞ ALGILAR SÜREKLİLİK KAZANMIŞ’
20’nci yüzyılda Türkiye’de Bizans yapılarına dönük gerçek anlamda bilimsel çalışmaların, 1920’li ve 1930’lu yıllardaki kazılardan sonra başladığını belirten Sav, “Esasen 1930’larda Amerikan Bizans Enstitüsü’nün çalışmalarıyla başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durumun hem olumlu hem de olumsuz yönleri bulunmaktadır. Olumlu yönlerden biri, özellikle bazı Bizans yapılarındaki mozaik ve fresk dekorasyonlarının ortaya çıkarılmasıdır. Ancak olumsuz yönleri de mevcuttur. O yıllarda Türkiye’de bu alanlarda yetişmiş uzman sayısının çok az olması nedeniyle, yapıların onarımı ve yeniden işlevlendirilmesi konusunda Amerikan Bizans Enstitüsü önemli bir rol üstlenmiştir. Fakat dönemin algısı, koşulları ve kabul gören yöntemleri doğrultusunda yapılan onarımlar, her zaman olumlu sonuçlar vermemiştir. Ne yazık ki, bu onarımlardaki bazı hatalı uygulamalar bilim çevrelerinde doğru kabul edilerek hatta günümüzde bile kısmen doğru olarak değerlendirilmeye devam etmektedir. Bu nedenle, Bizans’ın özgün formlarına dair bazı yanlış algılar süreklilik kazanmış ve hala doğru olarak kabul edilmektedir. Bir yapının sürekliliğini sağlayabilmek için bazen yapıya yapısal müdahalelerde bulunmak kaçınılmaz hale gelebilir. Aksi takdirde, bir deprem, başka bir doğal afet ya da zamanla kendi kendine yıkılma riskiyle karşı karşıya kalabilir. Nitekim günümüze ulaşamayan pek çok eser, bu nedenlerle yok olmuştur” dedi.
‘AYASOFYA ORİJİNAL FORMUNU KORUMUYOR’
Sav, Ayasofya’nın tarihsel süreçteki değişimlerini de değerlendirdi. Sav, “Bizans dönemine dönelim. Örneğin, Ayasofya’nın içinde yer alan Justinyanus’un Ayasofya maketinde görüldüğü üzere, bu alanların tamamı üçgen formda ve iki yana eğimli kırma çatı şeklindedir. Bu, Bizans dönemine ait özgün bir detaydır ve tartışmasız bir gerçektir. Osmanlı dönemine geçecek olursak, 16’ncı yüzyılda Lori’nin yaptığı renkli bir gravürde, Ayasofya’nın tüm cephesinin büyük olasılıkla Horasan renginde boyandığı görülmektedir. Ayrıca, yapının orijinal formunun aynen korunduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı, yapıların statik müdahale gerektirecek bir hasar ya da yıkım olmadığı sürece, özgün formlarını muhafaza etmeyi tercih etmiştir. Ancak 1847-1849 yılları arasındaki Fossati restorasyonlarına geldiğimizde, 1847 yılında yapılan bir gravürde Ayasofya’nın orijinal formunun devam ettiği görülürken, 1849’daki restorasyonun ardından yapının günümüzdeki formuna ulaştığı gözlemlenir. Bu değişim, İsviçreli Fossati kardeşlerin müdahalesiyle gerçekleşmiştir. Bu noktada, Fossati’nin Bizans mimarisi geleneğine hâkim olmaması önemli bir etkendir. Osmanlı’da çalışan mimar ve ustalar genellikle hem Bizans hem Osmanlı geleneğinin devamcıları olduğundan, bu tür yapılarda özgün detaylara sadık kalmışlardır. O geleneği devam ettirdiği içinde onları hiçbir zaman değişikliğe uğratmaz” ifadelerini kullandı.